Kasabanın hemen dışında, eski bir ormanın derinliklerinde, kimsenin gitmeye cesaret edemediği bir malikane vardı. Bu malikane, yüzyıllardır terk edilmiş ve çürümeye terk edilmiş gibi görünüyordu. Yerliler, bu yerin lanetli olduğunu ve orada yaşayan ruhların geceleri dolaştığını söylerdi. Ancak meraklı genç bir grup, bu hikayelerin gerçek olup olmadığını öğrenmek için bir gece oraya gitmeye karar verdi.
Melis, Emre, Can ve Zeynep, gece yarısına doğru malikaneye vardılar. Ay, bulutların arkasından zar zor görünüyordu ve rüzgar, ağaçların arasında uğuldayarak dolaşıyordu. Dış kapı, paslı menteşeleriyle gıcırdayarak açıldı ve gençler, ürkütücü bir şekilde içeri girdi.
İçerisi, toz ve örümcek ağlarıyla kaplanmıştı. Her adımda, eski tahtalar inliyordu ve gençler, bu eski binanın her an çökeceğinden korkuyorlardı. Melis, el fenerini açarak koridorun sonundaki kapıya doğru ilerledi. “Hadi, içeri bakalım,” dedi cesur bir şekilde. Grup, kapıyı açtığında, karanlık bir salonla karşılaştı. Salonun ortasında, devasa bir yemek masası vardı ve masa, eski püskü bir masa örtüsü ile örtülmüştü. Zeynep, masanın üzerindeki tozu üfleyerek, “Burası bir zamanlar oldukça gösterişliymiş,” dedi.
Tam o sırada, yukarıdan bir gürültü geldi. Can, sesi duyduğunda irkildi ve “Bu da neydi?” diye sordu. Emre, yukarıdaki merdivenlere doğru baktı ve “Belki de rüzgardır,” dedi, fakat sesi titriyordu. Ancak merak, korkularından daha güçlüydü. Dört genç, merdivenleri dikkatle çıkarak üst kata ulaştılar. Koridorda ilerlerken, kapıların ardında fısıltılar duyuluyordu. Melis, “Bunu duyuyor musunuz?” diye sordu. Hepsi aynı anda başlarını salladı. Kapılardan birinin arkasından gelen fısıltılar daha belirgin hale gelmişti.
Can, kapıya yaklaşıp kulak verdi. İçeriden bir kadın sesi, “Yardım edin... Yardım edin...” diye fısıldıyordu. Kapıyı açmaya cesaret edemedi ve “Buradan uzaklaşmalıyız,” dedi. Ancak Melis, kapıyı açtı ve içeride kimse olmadığını gördü. Odanın ortasında eski bir beşik duruyordu ve beşiğin içinde, yıllardır dokunulmamış bir bebek battaniyesi vardı. Zeynep, battaniyeye dokunduğunda birden beşiğin sallanmaya başladığını gördüler. Hepsi aynı anda geriye çekildi. Emre, “Buradan hemen çıkmalıyız,” diye bağırdı. Tam o sırada, kapı hızla kapandı ve odanın pencereleri kendi kendine açılıp kapanmaya başladı.
Odadan çıkmaya çalışırken, Can, duvarda asılı olan eski bir tabloya baktı. Tablo, malikane sahiplerinin bir aile portresiydi. Ancak dikkatli baktığında, aile üyelerinin yüzlerinin bozulduğunu ve hepsinin korkunç ifadelerle kendisine baktığını fark etti. “Burada gerçekten bir şeyler var,” dedi, sesi titreyerek.
Melis, “Belki de bu yerin tarihini araştırmalıyız,” dedi. Fakat hemen çıkmak yerine, kütüphaneye gitmeye karar verdiler. Kütüphane, tozlu kitaplarla doluydu ve kitapların çoğu eski ve kırılgan görünüyordu. Melis, raflarda gezinirken, “Lanetli Malikanenin Hikayesi” başlıklı bir kitap buldu. Kitabı açtığında, malikanenin eski sahiplerinin bir büyü yaptığını ve bu büyünün ters gittiğini öğrendi. Ruhlar, malikanede hapsedilmişti ve her gece dolaşıyorlardı.
Tam o sırada, kütüphanenin kapısı gürültüyle açıldı ve içeriye soğuk bir rüzgar esti. Gençler, rüzgarın kaynağını anlamaya çalışırken, odanın ortasında bir karaltı belirdi. Bu, eski malikane sahibinin ruhuydu ve “Buradan çıkın, yoksa siz de benim gibi hapsolursunuz,” diye bağırdı. Gençler, ruhun uyarısını ciddiye alarak hemen kütüphaneden çıkıp aşağı kata koştu. Ancak, kapıya ulaştıklarında, kapının kendiliğinden kapandığını ve kilitlendiğini fark ettiler. Panik içinde, başka bir çıkış yolu aradılar.
Melis, mutfak kapısına yöneldi ve diğerlerine de kendisini takip etmelerini söyledi. Mutfak kapısı, diğer kapılardan daha sağlam görünüyordu. Kapıyı zorladıklarında, sonunda açmayı başardılar ve arka bahçeye çıktılar. Ancak bahçeye adım attıklarında, eski malikane sahibinin ruhunun onları takip ettiğini fark ettiler. Ruh, “Buradan kaçamazsınız. Burası sizin mezarınız olacak,” diye bağırdı. Emre, cebinden çıkardığı çakmağı yakarak ruhu korkutmaya çalıştı. Ancak ruh, ateşe karşı bağışıklıydı ve daha da öfkelenerek gençlere doğru ilerledi.
Tam o sırada, Zeynep, cebinde sakladığı eski bir madalyonu çıkardı. Bu madalyon, malikane sahibinin ruhunu hapseden bir büyü objesiydi. Madalyonu ruhun karşısına tuttuğunda, ruh bir an için durakladı ve sonra yavaşça kaybolmaya başladı. Ruh tamamen kaybolduğunda, gençler derin bir nefes aldı. Melis, “Bu madalyonun ne olduğunu nereden biliyordun?” diye sordu. Zeynep, “Büyükannem, bu madalyonun güçlü bir büyü objesi olduğunu söylemişti. Ne zaman bir tehlike ile karşılaşırsam, bunu kullanmamı öğütlemişti,” dedi.
Gençler, malikaneden çıkmayı başardıklarında, artık bu tür maceralara atılmama konusunda hemfikirdiler. Bu deneyim, onların hayatında derin izler bırakmıştı. Malikane, hâlâ ormanın derinliklerinde, korkutucu hikayeleriyle duruyordu. Ancak gençler, bir daha asla o yere dönmeyi düşünmüyorlardı. Kasabaya geri döndüklerinde, başlarından geçenleri kimseye anlatmamaya karar verdiler. Çünkü kimse onlara inanmazdı ve bu tür korkutucu deneyimler, paylaşılmak yerine, unutulmaya bırakılmalıydı. Ancak geceleri, hala bazen o karanlık ruhun fısıltılarını duyuyorlardı ve bu da onların uykularını kaçırıyordu.
Melis, Emre, Can ve Zeynep, gece yarısına doğru malikaneye vardılar. Ay, bulutların arkasından zar zor görünüyordu ve rüzgar, ağaçların arasında uğuldayarak dolaşıyordu. Dış kapı, paslı menteşeleriyle gıcırdayarak açıldı ve gençler, ürkütücü bir şekilde içeri girdi.
İçerisi, toz ve örümcek ağlarıyla kaplanmıştı. Her adımda, eski tahtalar inliyordu ve gençler, bu eski binanın her an çökeceğinden korkuyorlardı. Melis, el fenerini açarak koridorun sonundaki kapıya doğru ilerledi. “Hadi, içeri bakalım,” dedi cesur bir şekilde. Grup, kapıyı açtığında, karanlık bir salonla karşılaştı. Salonun ortasında, devasa bir yemek masası vardı ve masa, eski püskü bir masa örtüsü ile örtülmüştü. Zeynep, masanın üzerindeki tozu üfleyerek, “Burası bir zamanlar oldukça gösterişliymiş,” dedi.
Tam o sırada, yukarıdan bir gürültü geldi. Can, sesi duyduğunda irkildi ve “Bu da neydi?” diye sordu. Emre, yukarıdaki merdivenlere doğru baktı ve “Belki de rüzgardır,” dedi, fakat sesi titriyordu. Ancak merak, korkularından daha güçlüydü. Dört genç, merdivenleri dikkatle çıkarak üst kata ulaştılar. Koridorda ilerlerken, kapıların ardında fısıltılar duyuluyordu. Melis, “Bunu duyuyor musunuz?” diye sordu. Hepsi aynı anda başlarını salladı. Kapılardan birinin arkasından gelen fısıltılar daha belirgin hale gelmişti.
Can, kapıya yaklaşıp kulak verdi. İçeriden bir kadın sesi, “Yardım edin... Yardım edin...” diye fısıldıyordu. Kapıyı açmaya cesaret edemedi ve “Buradan uzaklaşmalıyız,” dedi. Ancak Melis, kapıyı açtı ve içeride kimse olmadığını gördü. Odanın ortasında eski bir beşik duruyordu ve beşiğin içinde, yıllardır dokunulmamış bir bebek battaniyesi vardı. Zeynep, battaniyeye dokunduğunda birden beşiğin sallanmaya başladığını gördüler. Hepsi aynı anda geriye çekildi. Emre, “Buradan hemen çıkmalıyız,” diye bağırdı. Tam o sırada, kapı hızla kapandı ve odanın pencereleri kendi kendine açılıp kapanmaya başladı.
Odadan çıkmaya çalışırken, Can, duvarda asılı olan eski bir tabloya baktı. Tablo, malikane sahiplerinin bir aile portresiydi. Ancak dikkatli baktığında, aile üyelerinin yüzlerinin bozulduğunu ve hepsinin korkunç ifadelerle kendisine baktığını fark etti. “Burada gerçekten bir şeyler var,” dedi, sesi titreyerek.
Melis, “Belki de bu yerin tarihini araştırmalıyız,” dedi. Fakat hemen çıkmak yerine, kütüphaneye gitmeye karar verdiler. Kütüphane, tozlu kitaplarla doluydu ve kitapların çoğu eski ve kırılgan görünüyordu. Melis, raflarda gezinirken, “Lanetli Malikanenin Hikayesi” başlıklı bir kitap buldu. Kitabı açtığında, malikanenin eski sahiplerinin bir büyü yaptığını ve bu büyünün ters gittiğini öğrendi. Ruhlar, malikanede hapsedilmişti ve her gece dolaşıyorlardı.
Tam o sırada, kütüphanenin kapısı gürültüyle açıldı ve içeriye soğuk bir rüzgar esti. Gençler, rüzgarın kaynağını anlamaya çalışırken, odanın ortasında bir karaltı belirdi. Bu, eski malikane sahibinin ruhuydu ve “Buradan çıkın, yoksa siz de benim gibi hapsolursunuz,” diye bağırdı. Gençler, ruhun uyarısını ciddiye alarak hemen kütüphaneden çıkıp aşağı kata koştu. Ancak, kapıya ulaştıklarında, kapının kendiliğinden kapandığını ve kilitlendiğini fark ettiler. Panik içinde, başka bir çıkış yolu aradılar.
Melis, mutfak kapısına yöneldi ve diğerlerine de kendisini takip etmelerini söyledi. Mutfak kapısı, diğer kapılardan daha sağlam görünüyordu. Kapıyı zorladıklarında, sonunda açmayı başardılar ve arka bahçeye çıktılar. Ancak bahçeye adım attıklarında, eski malikane sahibinin ruhunun onları takip ettiğini fark ettiler. Ruh, “Buradan kaçamazsınız. Burası sizin mezarınız olacak,” diye bağırdı. Emre, cebinden çıkardığı çakmağı yakarak ruhu korkutmaya çalıştı. Ancak ruh, ateşe karşı bağışıklıydı ve daha da öfkelenerek gençlere doğru ilerledi.
Tam o sırada, Zeynep, cebinde sakladığı eski bir madalyonu çıkardı. Bu madalyon, malikane sahibinin ruhunu hapseden bir büyü objesiydi. Madalyonu ruhun karşısına tuttuğunda, ruh bir an için durakladı ve sonra yavaşça kaybolmaya başladı. Ruh tamamen kaybolduğunda, gençler derin bir nefes aldı. Melis, “Bu madalyonun ne olduğunu nereden biliyordun?” diye sordu. Zeynep, “Büyükannem, bu madalyonun güçlü bir büyü objesi olduğunu söylemişti. Ne zaman bir tehlike ile karşılaşırsam, bunu kullanmamı öğütlemişti,” dedi.
Gençler, malikaneden çıkmayı başardıklarında, artık bu tür maceralara atılmama konusunda hemfikirdiler. Bu deneyim, onların hayatında derin izler bırakmıştı. Malikane, hâlâ ormanın derinliklerinde, korkutucu hikayeleriyle duruyordu. Ancak gençler, bir daha asla o yere dönmeyi düşünmüyorlardı. Kasabaya geri döndüklerinde, başlarından geçenleri kimseye anlatmamaya karar verdiler. Çünkü kimse onlara inanmazdı ve bu tür korkutucu deneyimler, paylaşılmak yerine, unutulmaya bırakılmalıydı. Ancak geceleri, hala bazen o karanlık ruhun fısıltılarını duyuyorlardı ve bu da onların uykularını kaçırıyordu.